9 Haziran 2014 Pazartesi

Seyir Defteri 2- Karaloz-Kaş





3. Gün 23 MAYIS CUMA- KARALOZ- KAŞ

Saat 7.30 civarı yola çıktık, daha doğrusu çıkmışız. Ben uyandığımda çoktan demir almış, maviliklere açılmıştık. Yine not almadığım için rüzgarın hızı, bizim hızımız neydi onları yazamayacağım...  Kahvaltımızı hafif bir şekilde yolda yaptık.

Saat 11 civarı
işte bu iki fotoğraftaki (benim bir fotoğraf makinem yok, o yüzden gözümün gördüğü her güzelliği aynı oranda yansıtamıyorum size. Fotoğraf makinemin olmadığı öz'e bir kez daha buradan duyulur :) )  büyüleyici manzarasıyla Kaş bizi karşıladı.



Kaş'ta iki tane marina var sayılır biri bizim de yanaştığımız belediye marinası diğeri de bucak marina.


Kaş dik tepelerin yamaçlarına kurulmuş, eski bir Rum köyüymüş... Kaş'ı da çok severim, sanki bana bir ibadethane huzuru verir. Yine çocukluğumda buraya ailecek gelmiş ve annemin ağzından onun çocukluğunun geçtiği Kaş'ın 1960'ların ortalarındaki halini dinlemiştim. Annemin anısını canlandıran Kaş'ı anlatırken, bu sefer de onun en sevdiği şarkı, hem sizin için hem de annem için Münir Nurettin Selçuk tan gelsin... (ismin üstüne tıklamanız yeterli)

Dedemin memuriyeti nediyle sürekli dolaşan ailenin bir dönemi de burada Kaş'ta geçmiş. Hatta Kaş'ın en meşhur sokaklarından biri olan lahit mezarın ve halıcıların bulunduğu sokakta yaşamışlar. Lahidin etrafında saklambaç oynarlarmış...


Bu o meşhur Uzun Çarşının başı, sokağın sonuna doğru lahit görünüyor... Ve annemler de o cumbalı evlerden birinde yaşamışlar bir süre.



Ve işte Likyalılardan bizlere miras kalan meşhur lahit :) Lahidin kime ait olduğu bilinmiyor ama Kaş halkına göre bu güzel sokak ve heybetli mezar olsa olsa bir krala ait olabilir.



Taze sebze meyve ihtiyacımızı karşılamak için Kaş'ta Cuma günleri kurulan pazara gittik. Ve İstanbul'daki pazarlara benzemeyen gayet üreticisinden satılan sebze meyve ile dolu tezgahlar. Ve işte o tezgahların birinin başında bekleyen dede ve torunu...




Bir şehri, kasabayı sevmemde en büyük etkenlerden biri de, sokaklarında serbest serbest dolaşan hayvanlar ve o hayvanları seven okşayan insanlardır. Kaş bu anlamda çok güzel bir yer, her yer kedi köpek dolu...





Kaş'ta en çok hoşuma giden şeylerden biri de belediyenin sokak hayvanlarını düşünerek meydana yerleştirdiği bu su kapları




Gelelim yeme içmeye; tam caminin karşısında meydanda çok güzel ve lezzetli yemekler yapan bir esnaf lokantası var. Öğle yemeğinde uzun zamandır yediğim en güzel ıspanak yemeğini yedim, lokantanın adı da seçkin'di galiba ama emin değilim. Akşam da bu sefer anıtın olduğu meydandaki "lola" restauranta gittik burayı tercih etmemizdeki faktörlerden biri de masasındaki bu rengarenk çiçekler.






Özle el ele geçmişi yad ederek Kaş sokaklarında dolaştık ben  fotoğraflar çekmeye çalıştım :)) Kaş'ı daha önce gezdiğim için antik tiyatroya bu sefer gitmedik ama siz muhakkak gidin, güneşi batırın, denizi seyre dalın... Küçük- büyük çakıl plajlarına gidin hatta üşenmeyip bir minibüse atlayıp Kaputaş plajına da gidin... Tekne turuna muhakkak katılın... Paraşütle bulutlara tutunarak bırakın kendinizi Akdenize.





    



Fotoğrafta çok da belirgin olmayan amfi tiyatro sizi uzaktan selamlıyor...



Kaş'ın ara sokaklarındaki bu evin kapı numarasına dikkat; 22 :)


Likyalılar zamanında önemli bir yerleşim olan Kaş'ta  temel taşları Bizans'tan kalma tapınak ve çevresindeki girilmesi yasak (!) olan kazı alanı burası da...


Rengarenk açmış çiçekler, mis kokulu sokaklar...
Yokuş yukarı yürüyün Kaş'ı telaşsız telaşsız gezin....





Ve Kaş'ta günübirlik gezimiz sona erer... Bu büyülü şehirden de gitme vakti... Bakalım rüzgar nereye götürecek bizi.... Esen kalın...













27 Mayıs 2014 Salı

seyir defteri - finike-karaloz



Uzun bir aradan sonra merhaba,

Neler oldu bitti, ne badireler yaşadık ülkece... Tüm bu gidişat daha bir soğuttu beni internetten, televizyondan vs... Ben kaçma şansı olanlardanım, maviliklere kaçıyorum. Gerçi bizim planımız önceden yapılmıştı ve tarih belliydi ama zamanlama benim için çok iyi oldu.
 Bizim bir evimiz yok, yazın takamızla maviliklere, kışın da rüzgar ne yöne eserse öyle göçebe bir hayat bizimki. Ve bizim bu sene yazımız 21 Mayıs Çarşamba günü virabismillah diyerek başladı. Ben de elimden geldiğince, internet elverdiğince ve tabi zaman bulabildikçe seyir defteri niyetine bloga yazmaya karar verdim. Ve bu yazımızın şarkısı tanju okan 'dan geliyor...  iyi okumalar ve dinlemeler :)

1.Gün 21 MAYIS ÇARŞAMBA- FİNİKE-KARALOZ

Asıl planımız en geç salı günü yola çıkmaktı ama maalasef hem teknemizin tadilatının salı gününe sarkması hem de yapılacak işlerin bitmemesi nedeniyle çarşamba öğle saatlerinde yelken açtık akdenize. O kadar çok iş vardı ki  "yok orayı temizle, burayı sil, buraya şunu tıkıştırırız, buna şunu koyarız" falan derken ben bittim iş bitmedi. Özün yaptığı işleri hiç saymıyorum, o daha ağır işlerde çalıştı... Ha bir de erzak alışverişi, offff... Bu durumda bizim yolculukta Çarşamba gününe sarktı. Bir de marinadan çıkmadan suyla yapılacak tüm işleri bitirmemiz gerekiyor, tatlı su denizde altından daha değerli olabiliyor kimi zaman... Tabi yola çıkmadan gidilecek rotayı çiziyoruz; bizim 31 Mayıs'ta Göcek'te olmamız gerekiyor, Allah izin verirse bir sorun çıkmazsa, poseidon ve doris sesini çıkarmazsa :))

saat 12 civarı:
Ve virabismillah yola çıktık. Hava sıcak, not almadığım için kaç derece olduğunu hatırlamıyorum. Rüzgar yok o yüzden yol boyu sırf yelkenle gidemedik. Kimi yerlerde motor, kimi yerlerde yelken artı motor, 2 buçuk 3 saat süren bir tekne yolculuğunun ardından,  benim en sevdiğim koylardan biri olan Kekova adasındaki Karaloz koyuna geldik. Karaloz koyu, emin olmamakla birlikte Finikeye yaklaşık 12 mil mesafede. Ben buraları özellikle de Kaleköy ve Üçağızı çok seviyorum; hem doğası hem de yüzyıllar öncesine dayanan tarihi dokusuyla beni cezbediyor. Bir de kaleköyde denizin ortasındaki o lahit mezar çocukluğumun güzel anılarından birinde çok net bir imge olarak duruyor; ailecek yapılan güzel bir tatil... Hatta o kadar çok seviyorum ki orayı ortaokuldayken resim dersinde oranın resmini yapmıştım sulu boyayla bu sefer lahit yoktu resimde ama dik tepenin yamacından itibaren kurulmuş küçük evler ve bir de iskele işte buydu benim aklımda yer eden Kaleköy .
Karaloz ise o kadar güzel bir koy ki ıssız bir ada yer yer makilikler ve sessizlik... Bu sessizliği tek bozan şey ise arada bir birbirlerine seslenen meleyen büyüklü küçüklü keçiler. Adanın yamaçlarında 10 -12 metreye demir atarak kıyıya arkadan çıma attık. Koyun girişi zor seçiliyor uzaktan. Ama koya girdikten sonra en güzel yer bizce koyun en sonu. Kurt kafasına benzeyen koyun en sonunda doğu kısmına yanaştık.


Bu fotoğrafı Karaloz koyuna girdikten  hemen sonra çektim. Girişin neden uzaktan belli olmadığının bir kanıtı


Su çok berrak ve tertemiz. Bir sürü balık var ve de kocaman bir su kaplumbağası. Bizim bu koyda ikinci demirlememiz. Öze göre bu kaplumbağa geçen sefer yine Karalozda gördüğümüz aynı kaplumbağa :)) Ha bir de geçen sefer yine  bu koyda ben ergen bir akya görmüştüm ve iki gün boyunca benimle oyun oynamıştı, yine aynı akyayı görmeyi umut ettim ama saatin ilerlemiş olması ve su soğukluğu gibi nedenlerden sadece kayalara ip bağlamak için dalıp çıktım... 


Ilk gece yan komşumuz da vardı; yabancı bir çiftin olduğu yelkenli bir tekne ile büyük ve kalabalık sayılabilecek bir yolcu guleti, koylarda yaşam başlamış...  Gece daha bir sessizlik çöktüğü için guletten yükselen şen kahkahalar tüm koyu inletti...

2. Gün 22 MAYIS PERŞEMBE - KARALOZ

Artık sağlıklı yaşam gibi bir takıntı da edindikten sonra ne kadar yorgun olursak olalım en geç 9'da kalkıyoruz. Kahvaltı vesaire sonrası bu sefer tekneye getirdiğimiz eşyaları yerleştirme vakti geldi. E dedim ya evsizlikten o kadar çok eşyamız var ki hatta abartıp mutfak robotu, katı meyve sıkacağı gibi teknenin elektrik aksanını zorlayacak malzemeler bile var. Başıma iş de aştım ilerleyen günlerde:(
özse bugünün çoğunu bozulan bot motorunu tamir etmekle geçirdi. Motor su devir daimi yapmıyordu ve dışarı su vermiyordu. Yapayım derken kuyruk kısmındaki yağı da döktü :)
Kısacası günümüz çalışarak geçti. Günün ilerleyen saatlerinde yan komşularımız da gidince koskoca cennet koy bize kaldı. Gündüz güzeldi ama gece zifiri karanlık çökünce ve rüzgar da bastırınca biraz ürkütücü olduğunu itiraf etmem lazım.


NOT; ilk fotoğraf  Kaş'ın genel görünümü

8 Mayıs 2014 Perşembe

sarhoş balık, topal martı ve kaplumbağa









Çarşamba sabahı (23 Nisan) Öz'ün deli bir enerji patlamasıyla uyanışına şahit olunca ( bu çok nadir olur)  ve de uzaktan "hadi uyan" nídalarını da duyunca birden fırlayıverdim yerimden, maçın en heyecanlı yerinde kesilen yayının yarattığı üzüntü benzeri bir halle... Ama o da ne bugün günlerden " bugün bayram, erken kalkın çocuklar... " acep bizim koca öz bu yüzden mi erken kalktı diye düşünürken aklıma düştü tabi ki; balığa gideceğiz, yuppiieeee...

Balığa gitmeden önce hazırlıklara başlamıştık tabi ki, bir gün öncesinden aldığımız ( aslında en az 2-3 öncesinden yapmak gerekiyordu bu hazırlığı) tavuk göğsünü tuzlayıp suyunu salmasını sağlayıp (sert bir cismin altına koymak şeklindeki presleme modelini kastediyorum) balık yemini hazır hale getirdik. Ama normal şartlarda tavuğu tuzladıktan sonra güneşte kurumaya bırakmak -en az 2 gün - lazım muhakkak altına da gazete serin ki suyunu emsin, ve sürekli değiştirin ha bu arada gazetenin güncel bir magazin sayfası olmasına dikkat edin, balıkları daha bir cezbediyor :)

Balık yemlerimiz hazır da bizim yemlerimiz ne olacak? Hemen suyumuzu kaynatıp termosta çayımızı da yaptıktan sonra babaannemin elleriyle yaptığı bizim lokum dediğimiz Karadeniz usulü kurabiyeleri de bir güzel yedik... E tabi şarkımızı da dinliyoruz bir yandan, bu sefer yazının başlığının bir kısmını şarkımızdan esinlendim ve bizden sizlere gelsin, üzerine tıklamanız yeter; sarhoş balık ve topal martı

E artık yola çıkma vakti aa o da ne zaten çıkmışız yola istikamet Gelidonya beş adalar mevki.





Hemen palamut takımımızı salladık...  Palamut oltamızın hikayesi de ayrı... Bir koyda botla seyir halindeyken kıyıdan bir parıltı gözümüze çarptı yaklaştıkça pespempe parıl parıl bir süngere sarılmış bu olta takımını bulduk. Issız koyda yanında  bir kaç hırdavatla birlikte kıyıya vurmuş ve belli ki usta birinin elinden çıkmış olta takımını biz aldık yanımıza, o gün bugündür de tüm palamutları bu oltayla tuttuk. 
Ve beş adalar mevkiine varana kadar da ilk paluğumuz palamut oldi daaa... Bir Karadenizli olarak "da" olmazsa olmaz eki hayatımdan ve dilimden eksik olmazdı bir aralar hatta ne zaman gitsem bizim o taraflara yine başlar "da"lar, espirisine... Bu da bizim, yalancı küçük balıkçıklara atlayan sarhoş palamut ;




Gelidonya beş adalar mevkiine geldik tabi birçok balıkçı var etrafta. Amacımız oltayla yakalanacak cinsten güzel bir balık avlamak. Tavuk yemini taktık oltaya ve salladık, şunu belirteyim ki yem tam kıvamında değildi o yüzden çok verimli bir yem olmadı. Kocaman hani ya da hanos balıklarından yakaladık. Aslında hani balığını çok sevmiyoruz tadı lezzetli ama fazla kılçıklı ve temizlemesi palamuta göre biraz daha zor. Fakat o kadar büyüklerdi ki tutmaya devam ettik...




Tam offf sürekli hani hani nereye kadar derken bu sefer oltaya bir başka balık vurdu... O kadar kuvvetliydi ki büyük bir sevinçle oltayı topladım ama ayıklaması haniden de baş belası bir başka balık çıka geldi; kimilerine göre naylon kimilerine göre hindistan balığı, siz hangisini beğenirseniz- öz naylon balığı ismini pek sevemedi de... Bu balığın ingilizce ismi ise "red soldier fish", balığa dokunduğunuz an isminin hakkını verdiğini anlıyorsunuz zırhını donanmış asker gibi ve bu yaramaz balık da aynen balon balığı gibi başka diyarlardan gelip istila etmiş sularımızı. E bu kadar isminden bahsettik biraz da cismini görelim isterseniz; dadadammmm karşınızda hindistan balığı


Ve tabi Akdeniz'de balığa çıkarsın da balon balığı gelmez mi oltaya. Ben içimden oh balondan kurtulduk bu sefer diye sevindikten sonra çok geçmeden öz'ün oltasına bir balon balığı musallat oldu. Boyundan büyük hiddetiyle öz oltayı çektiği an yine bir hayal kırıklığı yaşattı bize... 

Ve yine tam ben öze o küçücük iğnelerle ne balığı yakalamayı düşünüyorsun dedim ki, hemen ardından bu avımızın en değerli parçasını tuttu ve ben dediğimle kaldım...



Bu balık avında iki tane ilk yaşadık; birincisi yukarıda ki bu derya kuzusu, ikincisi ise gelincik balığı denilen bir balık türüyle de tanışmış olduk...
Bizi tüm yol boyunca yalnız bırakmayan martı dostlarımızda sanki o gün çok balık tutacağımızı müjdeler gibiydi... Bir de adalar civarında kaplumbağa gördük hatta uzaktan da olsa yunuslarımızı da seyrettik e daha kim ne der bizim keyfimize :)
Şimdi gelelim nasıl ayıklarız kısmına; önce alırız elimize hani balığımızı yatırırız tahtamızın orta yerine, bıçakla pullarını döker ardından tepesindeki diken yüzgecini bıçakla kesip attıktan sonra  geçeriz her balıkta yapılacak-biri hariç- içini temizleme işlemine...  
Biri hariç dedim; o da Hindistan balığı. Geçen yaz da yakalamıştık biz bu balıklardan ve ben bin bir uğraşla balığı temizlemeye çalışmış, elimi parçalamış, ceremesini de bir haftadan fazla çekmiştim. Bu sefer akıllılık edip danışalım bir bilene dedik ve Finike marinaya inen yolda Petek restaurantın hemen yanındaki yarı market yarı balıkçı dükkanındaki amcaya sorduk. Ne iyi etmişiz de sormuşuz; meğersem o balığı olduğu gibi ızgaraya atıp öyle yiyecekmişiz. Hiç temizlemeden iyice yıkayıp atıyorsunuz ızgaraya, pişince o zırhı kalkıyor zaten tabi iç pisliği olan kısımı yemiyoruz. İşte lezzet..  
Hanileri de mısır ununa bulayıp yağda kızarttık halayla birlikte...Aman hani balıklarını yerken dikkat edin, ben neredeyse kılçık yüzünden boğuluyordum...

Bir balık macerasının daha sonuna geldik, herkese rastgele...
Bu arada şarkıyı beğendiniz mi?
Bir de bundan sonraki yazılarım da -bir öncekinde(Yollarda 2) de yazmıştım- o an elimde bulanan kitapta altını çizdiğim kısımı yazacağım her postun sonuna... Bu sefer ki kitabım Mina Urgan'ın gezi anılarını yazdığı "Bir Dinozorun Gezileri". Altını çizdiğim yer mi, hakkımda kısmını okudunuz mu?


21 Nisan 2014 Pazartesi

Yollarda 2...


Merhaba,
Her gün blog yazabilen arkadaşları tebrik ediyorum öncelikle... Her şeyin fotoğrafını çekiyorum bloga koyacağım diye ya da her gördüğümü bu sefer yazacağım diyorum, aklımda konular birikiyor da birikiyor. Hatta kendimi ve aklımdakileri sürekli şişen bir balona benzetiyorum sonunda patlayacak. (Tayland'dan döndüğümüzden bu yana kilo da almaya başladım zaten :) )

Bir de elimde sürünen kitap... Bir önceki postta okumuş olduğunuz gibi "Bahar okuma şenliği"ne katıldım ama daha ikinci kitabımdayım. ilk kitabım Sait Faik Abasıyanık'tan "Alemdağ'da var bir yılan" , bir günde bitti; susamışım adeta, güzel öykülere... Yanlızlığı o kadar iyi yedirmişki, iliklerinizde hissediyorsunuz yazarın ruh halini. Abasıyanık'ın kendini açığa çıkardığı, kabuklarından sıyrıldığı ölmeden önce yayımlanan son eseridir bu kitap. Bu bir kitap yazısı değil o yüzden kısa kesmeli. Ikinci kitabım ise Henry David Thoreau'nun "Doğal Yaşam ve Başkaldırı" adlı eseri. Çok güzel göndermelerle hayatı özetliyor, anlamsızlığını anlamlandırıyor:)  Fakat kitabı bir türlü bitiremedim, bitirememem sevmediğimden değil; yollarda olmamdan..

Misak-i Milli sınırlarına döndükten sonraki ilk yolculuğumuz Karadeniz'eydi fakat fotoğraflar şu an ulaşılamaz olduğu için "yollarda 1" daha sonra...

Gelelim bu yazımın konusuna (oh be sonunda diyorsunuz değil mi ?  :)) )

Bu yazımızın şarkısını da yeni türkü'den dinleyebilirsiniz...

Bir çarşamba sabahı çıktık yola öz'le, peşimizde Nisan rüzgarı, istikamet Finike.


                          Porsuk barajının kenarında kahvaltımızı yaptık....


Kahvaltıdan çok manzaraydı bizi mest eden...






                          
 Ve bahar gelmiş memleketime... Antalya'ya yaklaştıkça çam ağaçları dolduruyor tüm görüş alanımızı ve tabi ki sarı levhalar... Arabayla geliyorsanız bu taraflara gezilecek bir çok yer var; Kremna antik kenti ve karataş mağrası bu yerlerden benim hatırlayabildiğim sadece ikisi...





Bir gece Kemer'de kaldıktan sonra Finike'ye vardık. Finike buraların en sakin, en kendi halinde sahil kasabası, hep bir huzur verir bana... Çocukluğumun masum anılarından fırladığı için belki, hep bir melankoli kokar havası ve de özlem... Portakal ağaçları dizili sokaklarında bir yaz tatilinde kardeşim ve kuzenlerimle koşturmuştum henüz bilmiyorken ailenin önemini... Babam şehrin girişinde kurufasulye köfte yapan bir esnaf lokantasına götürürdü tüm çocukları toplayıp. Arar dururum o tadı ve lokantayı ama bulamam bir türlü...



Baharın güzelliği böyle yansımış naftalin kokulu anılarımdaki Finike'ye...



Kuzu sevdim, uçurtmaları seyrettim; çocukların şen kahkalarının yüreklendirdiği özgür uçartmaları... Saçlarımı savurdum esen rüzgarda, yüzümü verdim nisan güneşine ve işte "bahar" dedim...




Keşke bir fotoğraf makinesi ile çekebilseydim fotoğrafları lakin makinem yok bu yüzden çok da kaliteli olmayan bu fotoğraflarla idare edeceksiniz artık der, öz'den ve Finike'den selam eder, gerçek hayata dönme vakti diye düşünerek bu yazının da sonuna gelirim...  
Fakat noktayı koymadan da henüz bitiremediğim ama neredeyse her sayfasında altını çizecek bir şeyler bulduğum "Doğal Yaşam ve Başkaldırı"dan en son işaretlediğim paragrafı sizlerle paylaşıp öyle uykuya dalarım...
"Eminim herkes benim gibi basit yaşasaydı hırsızlık ve haydutluk kalmazdı. Bu tip şeylere, bazı insanların yetersiz bazılarınınsa gereğinden fazla malı olduğu toplumlarda rastlanır." sayfa 194

26 Mart 2014 Çarşamba

Bahar okuma şenliği




Bu şenlikte ben de varım... Blog deryasında yeni yeni yüzmeye çalışırken http://kitapbocegim.blogspot.com.tr/?m=1 sayesinde Pinuccia'nın kitapları bloguyla tanıştım. Pinuccia'nın kitapları blogunun düzenlediği kış okuma şenliğini tüh kaçırdım derken bahar okuma şenliğine 11 gün gecikmeli de olsa yetiştim. Benim için kötü bir zaman hem İstanbul film festivali hem de yine önümüzde uzun yollar var. Bakalım ne kadar başarılı olacağım...
Ve gelelim benim okuma listeme;

1. Kategori (10 puan): Tavsiyelerine güvendiği birinin önerdiği bir kitabı okuyanlara (En az 200 sayfa)

Bu kategoriyi okur okumaz hemen soluğu sahaf arkadaşım Murat'ın yanında aldım. Benim için kolay bir kategori oldu... Kitabım Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü.  
Arka kapaktan "Saatleri Ayarlama Enstitüsü toplumumuzun bu değişme süreci içindeki durumunu, fertten yola çıkarak topluma varan teknikle anlatıyor" 

 

2. Kategori (15 puan): Bir şiir kitabı okuyanlara (Sayfa sınırlaması yok).

Bu kategoride de çok zorlandım sayılmaz çünkü uzun bir süredir kütüphanemde bekleyen iki özel kitap vardı. Biri Mahmud Derviş- Mavi Bir Gün, diğeri ise Furuğ- Yeryüzü Ayetleri. Filistin ulusal marşı Neşîd el-intifada'nın da söz yazarı olan Mahmud Derviş, yaşamıyla, coğrafyasıyla hep beni etkilemişti. Arka kapakta yer alan " Direnmenin ve sürgünlüğün şiirin yazdı o. Bir ulusun varoluşunu dile getiren, dayanma gücünü anlatan birer simgeye dönüştü her bir dizesi." bu sözler bile onu okumak için yeterli bir sebep değil mi?



 3. Kategori (15 puan): Herhangi bir edebiyat ödülü kazanmış bir kitap okuyanlara (En az 200 sayfa).



Yine kütüphanemden bir kitap seçtim; Arundhatri Roy'dan Küçük Şeylerin Tanrısı. 1997 Man Booker Ödülü almış olan bu kitabı uzun bir süre bavulumda bile taşıdım her yere ama bir türlü fırsat bulup okuyamadım bu sefer umarım okuyacağım...




4. Kategori (15 puan): Bir öykü kitabı okuyanlara (Sayfa sınırlaması yok). 



Öykü deyince ilk akla gelen isimlerden biri Sait Faik Abasıyanık ve ben de onun Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabını okuyacağım... 



5. Kategori (20 puan): Adında bir çiçek adı olan veya "çiçek" sözcüğü geçen bir kitap okuyanlara (En az 200 sayfa)




Bu kategoride henüz karar verebilmiş değilim. Fakat en azından iki seçeneğe düşürdüm.


a) Handan Öztürk'ün Arumi'nin Rüzgargülü
b) Oya Baydar'ın Erguvan Kapısı 

Bakalım gidişata göre karar vereceğim...

6. Kategori (20 puan): Şimdiye kadar hiç bir kitabını okumadığı bir kadın yazardan bir kitap okuyanlara (En az 200 sayfa).



Mina Urgan'ın Bir Dinozorun Gezileri kitabını okumaya  karar verdim aslında bu kitabı çocukken okumuştum ama hiçbir şey hatırlamıyorum. E bu aralar bir gezgin olduğumu düşünürsek kesinlikle okumam gerek...


   
7. Kategori (20 puan): İlk kitabı 2010 yılında veya daha sonrası yıllarda çıkmış bir yazardan bir kitap okuyanlara (En az 200 sayfa).

İşte burada  zorlandım. Aklıma gelen tüm isimler 2010 öncesinde ilk kitaplarını çıkarmışlardı ki yine bir başka blogger arkadaş yardımıma koştu. Everest Yayınlarının ilk roman ödülleri sayfasına bakarak Ercüment Cengiz'in 2012'de ödül aldığı Gırnatacı kitabını okumaya karar verdim ve hemen kitaplığımda yerini de aldı.

8. Kategori (20 puan): Sinemaya uyarlanmış bir kitabı okuyup filmini izleyenlere (En az 200 sayfa).



Merak ettiğim bir uyarlama buldum bu kategori için;  Kathryn Stockett'in Duyguların Rengi. Irkçılık üzerine duygu yüklü bir kitap olduğunu biliyorum, okuyacağım öncelikli kitaplardan biri olacak...







9. Kategori (20 puan): Kütüphanesinde en uzun süredir okunmayı bekleyen o kitabı okuyanlara (En az 200 sayfa).



Burada da karar vermekte çok zorlandım. Kitaplığımda işim gereği edebiyat dışı kitapların çokluğu malum ve çoğunu bölüm bölüm okumuşluğum var. Ben de bu kategoride yine kitaplığımda yer alan, belgeseli de çekilmiş olan (belgeselinde yine bir kısmını izledim maalesef) Şok Doktrini adlı kitabı okumaya karar verdim... Arka kapaktan " Naomi Klein'in bu kitabı, Şili'deki 1973 Pinochet darbesinden 1989'da Çin'de Tiananmen Meydanı katliamına ve 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılışına kadar dünyanın manzarasını değiştiren olaylarda şok doktrini yönteminin nasıl uygulandığını ve "büyük şirketlerin çıkarlarını kollayan" yeni kapitalizm modelinin dünya halkları adına nasıl bir yıkım ve yoksulluğa yol açtığını takip etmek bakımından eşsiz bir kaynaktır."




10. Kategori (25 puan): Kendisi doğmadan en az 100 yıl önce yazılmış bir kitap okuyanlara (En az 200 sayfa).




Kitabım, ilk çevrecilerden biri olan Henry David Thoreau'nun 1845 yılında Walden Gölü kıyısında bir kulübe yaparak gözlemlerini günlük olarak yazdığı, Doğal Yaşam ve Başkaldırı. Thoreau, Gandhi ve Tolstoy gibi isimleri de etkilemiş...









11. Kategori (25 puan): Rus edebiyatından bir kitap okuyanlara (En az 200 sayfa).



Bu kategori de yine kitaplıktan. Okumadığımı söylemekten yüzüm kızarıyor ama Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'ini okuyacağım.

12. Kategori (45 puan): Aynı yazardan en az 1.200 sayfa kitap okuyanlara.



Bu kategoriyi de okur okumaz ilk aklıma gelen yazardı; Haruki Murakami. 1Q84'ünü okuyarak bağlandığım yazarın bir başka kitabı olan Sahilde Kafka'yı da okudum. Ve şimdi de geri kalan kitaplarını okuyacağım...





Bu arada blogu olmayan ama şenliğe katılmak isteyenler varsa bana listelerini yolladıkları takdirde blogumda yayınlarım...

4 Mart 2014 Salı

Phuket Hakkında Doğru Bilinen  Yanlışlar





               Phuket Hakkında Doğru Bilinen  Yanlışlar



"Merhaba"dan sonraki ilk yazım Phuket üzerine ne şanslıyım. :) Sizlere, Phuket'e gelmeden önce çevreden duyduğum buraya gelince de yanlış olduğunu deneyimlediğim bir kaç bilgi vermek istedim, esas phuket macerasına başlamadan önce.

http://m.youtube.com/watch?v=GjV0YSaQHg4 Bugun ki şarkımızda bu dinleyebilirsiniz...

- Öncelikle "çok ucuzmuş oralar", yok efendim öyle bir şey! O eskidenmiş, Phuket artık çok daha turistik bir yer. Ve tabi Türk lirasının alım gücü de düşük. Örneğin 2010 yılında Phuket'e gelen arkadaşların bloglarından okuduğum kadarıyla o zaman 100 Baht 3 Liraya tekabül ederken, bugün yaklaşık olarak 100 Baht 7 Lira. ( günlerden 3 mart 2014 ve Dolar 2,2175 TL, Phuket'te ise 1 Dolar 32 Baht) 
Sadece tek bir şey ucuz o da masaj. Her köşe başında, her plajda bir masaj salonu mevcut. Yol üstündeki ve sokak aralarındaki kimi salonlar plajlardaki masaj yerlerinden - diyeceğim çünkü salon değiller - çok daha temizler.
Neresi olursa olsun Tayland'a gelip de masaj yaptırmadan dönmeyin. Gelelim geleneksel tai masajina, o işte biraz sert oluyor. Masaj yaptırdığınız kişiye ya biraz yumuşak olsun deyin ya da yağ masajıyla karıştırılmış bir tai masajı yaptırın çok daha güzel oluyor. Ve tabii ki fiyatlar; genelde 300 baht civarında kimi yerler 350 baht istiyor daha şık yerlerse daha pahalı.        
Ayak masajı, yüz masajı ne isterseniz mevcut hatta kimi yerlerde balıklı ayak masajı da mevcut. Bir iddiaya göre bu balıklar ilk defa Sivas Kangal'dan Tayland'a getirilip sonradan çoğaltılmış :)
- "Böcek, kedi, köpek yiyorlarmış, giden Türkler aç kalıyormuş"  gibi cümleler de biraz abartılı. Böcek protein bakımından zengin olduğu için ve malum buralar biraz fazla sıcak, haşere popülasyonu da yüksek,e bir yandan fakirlik de var, hal böyle olunca da kimi bölgelerde yeniyormuş. Bizim otelin müdürüne göre böcek yenen bölge Tayland'ın doğusu, bizim müdür doğma büyüme Phuket'li ama hiç böcek yememiş. Böcek işini de tamamen turistlik bir şeye çevirmişler, kimi pazarlarda sadece 1-2 tezgahta böcek oluyor. O kadar turistik ki adamlar tezgahın fotoğrafını çekmek isteyenlerden bile para talep ediyor.




Hiç böcek yiyen Taì görmedim demek isterdim size ama dün tamamen yerellere özgü bir festivale denk geldik ve en çok böcek tezgahına da burada rastladık ve çok daha ucuzlardı, tabii bir çok Tailinin de böcek yediğini böylece görmüş oldum. Tatları hiç fena değil bence deneyin :)
Hele hele kedi köpek yemek hiç öyle bir şey yok. Aç kalınacak bir yer asla değil acı seviyorsanız, benim gibi, tam sizlik bir yer. Eğer sevmiyorsanız acısız yemekler de var tabi ki. Pizza, hamburger hatta döner gibi yiyecekler de mevcut ama bu ülkeye gelmişken bence yerel tatları deneyin. Yemek konusunu ayrı bir yazıda size anlatmaya karar verdim, bekleyin beni... :) Ha bu arada domuz eti sık rastlanıyor eğer domuz yemiyorsanız muhakkak  belirtin.

- "Tayland'a vize yok!" mu acaba? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları sadece  30 gün vizesiz kalabiliyor. Bizim gibi uzun dönem kalmak istiyorsanız, aman sakın ha vizesiz deyip elinizi kolunuzu sallaya sallaya gelmeyin! Vize run bile yetmeye biliyor. Bu macera da başka bir yazı konusu...

- Phuket'in dört tarafı ( Phuket aslında bir ada ama ana karaya bir köprüyle bağlı) okyanusla çevrili olduğu için her yerden tertemiz bir denize gireceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Hele hele yukarıdaki resimdeki gibi bir deniz ve kumsal bekliyorsanız hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz, bu fotoğraflar ( yukarıdaki fotoğraf internetten indirilmiştir) phuket çevresindeki adalarda çekilmiştir. Ve Phuket'in de sadece batı sahileri yüzmek için elverişli.



- Phuket'in her yerinde deli bir gece hayatı olduğunu düşünüyorsanız onda da yanılıyorsunuz. Gece hayatının merkezi Patong Beach'te Bangla road denilen sokak. Bizim çok tercih ettiğimiz bir yer değil burası  çünkü çoğunlukla seks üzerine dönen bir ticaret mevcut ve de et pazarı... Ladyboylar, direk dansçılarının seksi şovları, go go barlar ve çeşitli seksi şovlar satmaya çalışan insanlarla dolu bir sokak.


Burası da Bangla Road'ın girişi


Tabi bu sokakta ve de Patong'un diğer sokaklarında canlı müzik yapan bir çok yer var. Buralarda kapitalizmin sömürüsünün en iğrenç halinin bir parçası olmadan da eğlenebilirsiniz. Bu barlardan biri de Hard Rock Cafe ki güzel evet ama bir noktadan sonra kazıklandığınızı hissediyorsunuz çünkü çok pahalı. Bir çok tarzda canlı müzik yapan farklı mekanlar da var ve gerçekten iyiler- İngilizce şarkı söylerken konuştuklarından daha başarılılar :) -
Kamala beach'te de Bangla Road'daki gibi mekanlar türemiş. Gece eğlencesi için daha nezih yerler de var tabi ki. Mesela Kata beach  bize bundan 15 yıl öncenin Bodrum'unu anımsattı, bu yüzden sanırım orayı çok sevdik.
Asıl lüks mekanlar ise Surin beach'te. Bir çok beach club var ama en güzeli ve akşam en hareketlisi Catch Beach Club. Fiyatlar yüksek, fazlasıyla birbirini kesmeye gelen insan da var ama takılmayın kimse sizi rahatsız etmiyor.
Bu arada şık mekanlarda Hard rock cafe de dahil buna menüde yazandan daha fazla hesap gelir çünkü hesaba başta size belirtilmeyen %7 vergi ve %10 da servis ücreti eklenir yani ona göre sipariş verin sonra bulaşık yıkamak zorunda kalmayın...

- Cuma namazını kaçıracağım diye düşünüyorsanız onda da yanılıyorsunuz efendim. Phuket'te hatrı sayılır miktarda müslüman var ama buranın müslümanlığı Arap ülkelerindeki gibi değil. Hoşgörü ön planda. Bir ladyboy ile yanyana oturup aynı restoranda yemek yiyebilirsiniz ve bu yerel halk için çok normal. Bizdeki gibi toplum tarafından sadece seks köleliğine zorlanmıyorlar; bir restoranda garson, tur operatörü, güzellik uzmanı vs. olabiliyorlar. Hatta Tayland'ın çok meşhur bir ladyboy mankeni ve bir de pop yıldızı varmış. Kimilerinin eskiden erkek olduğunu düşünemiyorsunuz bile... insanlar bakışkarıyla sizi rahatsız etmiyor. Budisti, müslümanı, hristiyanı, Hindusu hep birlikte yaşıyorlar.
Ve tabi hep gülümsüyorlar,  bunda turizmin en önemli gelir kalemi olmasının payı yüksek. Bazen bir kaçı için "ne kadar da paragöz" diye düşünmüşlüğüm var kimileri turist kazıklamak için ellerinden geleni yapıyor. Bu da her yerde her an "pazarlık"  aracını devreye sokuyor. Her yerde ama her yerde pazarlık yapın, sevmesem de eczanede bile pazarlık yapmışlığım var ve işe yarıyor. Vur dedik diye de öldürmeyin insaflı olun pazarlıkta onlarda biraz para kazansın. Düşündüğünüz rakamın altında söyleyin muhakkak...
Ama her şeye rağmen sevdim ben buranın insanını sakin, güler yüzlü ve içtenler; oldukları gibiler. Ve her yerde kadın var, sosyal hayatta kadının bol olduğu toplumdan zarar gelmez...



Phuket'te ne yenir, ne içilir, nerede kalınır, ne yapılır gibi soruların cevaplarını bulacağınız yazılarımız için pek yakında diyor, sizlere kapıdan baktırıp, kazma kürek yaktıran Mart ayında sıcacık Phuket havası yolluyorum. ( çok mu ķötüyüm, ne :)))
en kısa zamanda görüşmek üzere, öz'den de selamlar...