Merhaba,
Her gün blog yazabilen arkadaşları tebrik ediyorum öncelikle... Her şeyin fotoğrafını çekiyorum bloga koyacağım diye ya da her gördüğümü bu sefer yazacağım diyorum, aklımda konular birikiyor da birikiyor. Hatta kendimi ve aklımdakileri sürekli şişen bir balona benzetiyorum sonunda patlayacak. (Tayland'dan döndüğümüzden bu yana kilo da almaya başladım zaten :) )
Bir de elimde sürünen kitap... Bir önceki postta okumuş olduğunuz gibi "Bahar okuma şenliği"ne katıldım ama daha ikinci kitabımdayım. ilk kitabım Sait Faik Abasıyanık'tan "Alemdağ'da var bir yılan" , bir günde bitti; susamışım adeta, güzel öykülere... Yanlızlığı o kadar iyi yedirmişki, iliklerinizde hissediyorsunuz yazarın ruh halini. Abasıyanık'ın kendini açığa çıkardığı, kabuklarından sıyrıldığı ölmeden önce yayımlanan son eseridir bu kitap. Bu bir kitap yazısı değil o yüzden kısa kesmeli. Ikinci kitabım ise Henry David Thoreau'nun "Doğal Yaşam ve Başkaldırı" adlı eseri. Çok güzel göndermelerle hayatı özetliyor, anlamsızlığını anlamlandırıyor:) Fakat kitabı bir türlü bitiremedim, bitirememem sevmediğimden değil; yollarda olmamdan..
Misak-i Milli sınırlarına döndükten sonraki ilk yolculuğumuz Karadeniz'eydi fakat fotoğraflar şu an ulaşılamaz olduğu için "yollarda 1" daha sonra...
Gelelim bu yazımın konusuna (oh be sonunda diyorsunuz değil mi ? :)) )
Bu yazımızın şarkısını da yeni türkü'den dinleyebilirsiniz...
Bir çarşamba sabahı çıktık yola öz'le, peşimizde Nisan rüzgarı, istikamet Finike.
Porsuk barajının kenarında kahvaltımızı yaptık....
Kahvaltıdan çok manzaraydı bizi mest eden...
Ve bahar gelmiş memleketime... Antalya'ya yaklaştıkça çam ağaçları dolduruyor tüm görüş alanımızı ve tabi ki sarı levhalar... Arabayla geliyorsanız bu taraflara gezilecek bir çok yer var; Kremna antik kenti ve karataş mağrası bu yerlerden benim hatırlayabildiğim sadece ikisi...
Bir gece Kemer'de kaldıktan sonra Finike'ye vardık. Finike buraların en sakin, en kendi halinde sahil kasabası, hep bir huzur verir bana... Çocukluğumun masum anılarından fırladığı için belki, hep bir melankoli kokar havası ve de özlem... Portakal ağaçları dizili sokaklarında bir yaz tatilinde kardeşim ve kuzenlerimle koşturmuştum henüz bilmiyorken ailenin önemini... Babam şehrin girişinde kurufasulye köfte yapan bir esnaf lokantasına götürürdü tüm çocukları toplayıp. Arar dururum o tadı ve lokantayı ama bulamam bir türlü...
Baharın güzelliği böyle yansımış naftalin kokulu anılarımdaki Finike'ye...
Kuzu sevdim, uçurtmaları seyrettim; çocukların şen kahkalarının yüreklendirdiği özgür uçartmaları... Saçlarımı savurdum esen rüzgarda, yüzümü verdim nisan güneşine ve işte "bahar" dedim...
Keşke bir fotoğraf makinesi ile çekebilseydim fotoğrafları lakin makinem yok bu yüzden çok da kaliteli olmayan bu fotoğraflarla idare edeceksiniz artık der, öz'den ve Finike'den selam eder, gerçek hayata dönme vakti diye düşünerek bu yazının da sonuna gelirim...
Fakat noktayı koymadan da henüz bitiremediğim ama neredeyse her sayfasında altını çizecek bir şeyler bulduğum "Doğal Yaşam ve Başkaldırı"dan en son işaretlediğim paragrafı sizlerle paylaşıp öyle uykuya dalarım...
"Eminim herkes benim gibi basit yaşasaydı hırsızlık ve haydutluk kalmazdı. Bu tip şeylere, bazı insanların yetersiz bazılarınınsa gereğinden fazla malı olduğu toplumlarda rastlanır." sayfa 194
O kuzenlerden biri ben oluyorum galiba:)(
YanıtlaSilTabiii ki sensin :)) fotoğraflarimiz bilem var :))
Sil